Hiç istemediğim türden bir yazının ilk cümlesini yazıyorum, yazdım. Bu neye benziyor biliyor musunuz? “Erkekler ağlamaz” sloganıyla bastırılmış, 6 yaşındaki bir çocuğun ağlamadan önce, kontrol altına almaya çalıştığı dudaklarını istemsizce titretmesine…
O çocuk, erkeklere yüklenen o yersiz sorumlulukla titretir dudaklarını da biran önce basamaz çığlığı; boşaltmakta gecikir duygularını. Gerçekten zor. Yalnızlığın bir tür üstünlük veya farklılık zannedildiği, sığ sulardaki balıkların bile muzdarip olduğunu iddia ettiği, öyle olmayı arzu ettiği bir konu yalnızlık. Bu yüzden içinde tutması da zor, yazması da…
Her yazarın biraz daha süslediği, en sonunda “kalabalıklar içinde yalnızlık” olarak tarif etmek zorunda kaldığı, kütük kafalı Arda’nın bile üzerine alındığı, Dilruba’nın marka haline getirdiği bir konuda kelam etmek, doğrusunu söylemek gerekirse, kendime pek yakıştıramadığım bir durum. Falım sakızdan daha popüler olmuş, çiğnendikçe daha fazla ses çıkartan ve ses getirdikçe daha çok iğrençleşen yalnızlık konulu yazılara bir yenisini eklemek, otuzlu yaşlarında bir insan için, 6 yaşında olup dudaklarını titreten bir çocuk olmak ile tamamen aynı!
Dedim ya:
Sulanan gözler bir damla göz yaşı yarattığında, kişisel doğruların bir önemi kalmaz, kanunlar girer devreye. Bilirim ki bir çocuk, göz yaşını gözünde tutamaz da yer çekimine teslim ederse artık sesli ağlamaya başlar. İşte ben de böyle sesli yazmak zorunda kalırım bazen. Konu bayağı, bayat, hatta kokuşmuş olsa bile…
Biraz da kibirli oluşumdan mütevellit ben bu konuyu coğrafyaya mâl etmek yerine kendime mâl ederim. Çünkü benim gibi, yazım da yalnız kalsın istiyorum. Kimse buradaki yalnızlığı, kendi üzerine alınacak kadar havalı bulmasın, istiyorum. Başkalarının tarif ettiği yalnızlığı üzerine alınıp bunun bir üstünlük olduğu sanrısıyla toplumu suçlamak isteyen yalnızlık adayı okurlar varsa direkt şu taraftan 👉 EkşiSözlük‘e gitsinler.
Gitmekle kalmayıp kendileri hariç tüm insanları suçlasınlar. Yetmezse lisedeki öğretmenlerini de toplumun üstüne koyup tüm coğrafyanın ve coğrafya hocalarının a* koysunlar; gururlu isyanlardan doğan mükemmel sloganlarıyla. Umurumda değil!
Buradaki yalnızlık öyle bir şey değil sevgili okurlar.
Şöyle bir şey:
Anlatmaya çalıştıkça hasta zannedildiğin, belki de öyle olduğun, öyle olmasan bile sonunda kabul etmek zorunda kaldığın bir durum.
İçine kapandıkça dışını unuttuğun; başlarda duygusuz gösteren; diğer organlara sıçradıkça somurtmaya sebep olan bir kanser.
En yakın arkadaşlarının “seni anlıyoruz” deyişlerinin, “yeter artık, seni anlamak istemiyoruz” deyişlerine dönüştüğü, onların bu ikincisini söylemediği ama senin de aptal olmayışının bir sonucu olarak ayan beyan gördüğün bir durum.
İç karartan bir suskunluğa, akabinde ise durgunluğa sebep olan, bir tür paylaşımsızlık hali.
Üstelik, asla doğayı ve şartları suçlamayan, arabesk şarkılar dinlemeyen, kadere ve onun atabileceği tokada inanmayan, kendi ayaklarının üzerinde dimdik durabilen biri olmana rağmen, gönlünü iki büklüm eden bir acizlik.
İçine kapandıkça paylaşım ihtiyacını harlayan, harladıkça umutlandıran, bir gün biri çıkacak da seni anlayacakmışlara sarılı rüyalar gördüren, kısacası mutsuzların da umutlu olmasına yol açan, işte böyle yan etkileri olan bir tür halüsinojen.
Yalnızlık…
Hayır sevgili okurlar, bardaki yalnız adamdan bahsetmiyorum. Aksine, egemen olduğu bünyeye gizem katmayan, çözmeye çalıştıkça yeni düğümler katan, hem seni hem seninle olanları bıktıran bir ip gibi, biraz da kendine kızıp nitelik yönünden zayıflatmak istediğinde bir it gibi hissettiren durum.
Yine de ben itleri severim. Hele sokak itleri ve onların mahcup bakışları yok mu? Ölürüm!
Biliyor musunuz sevgili okurlar, ben de bakışlarıma hep iltifat alırım. Çok derin baktığımı söylerler. Bu bir iltifat değil mi? Öyle veya değil. Ben de it gibi bakarım başım okşanınca. Yine de bir sokak itinin hoşgörüsüne ulaşamam çünkü kedi gibi tırnak gösteririm sevmediğim insanlara. Üstelik tırmalamaktan da hiç çekinmem!
Gündelik telaşımı, karnımı doyurma çabamla karıştırır dostlarım. Oysa ben, büyük bir samimiyetsizlikle hazırlanmış dükkan vitrinlerinde bulamadıklarımı ararım çöplerde. Bazen herkesin çoktan unuttuğu bir Yıldız Tilbe şarkısını bulurum dipsiz uçurumlarda. Bazen Sezen Aksu çıkar konserve kutularından; bir yere gidemem, kalırım orada saatlerce. İçeride çalan pop müzikle dans ederken insanlar, ben yine çöpten çıkardığım bir Feridun Düzağaç şarkısına beni bırakma diye yalvarırım kapıda. Çok da yalnız sayılmam aslında. Yalnızca bir duvar var insanlarla aramda. Sonra, gençler de unutmaz beni. Geçerken önüme atarlar yiyemedikleri Yaşar’ları veya Çelik’leri. Ben de biraz hayalperest miyim ne; aldanırım da beklerim hep hercaileri.
Şimdi siz söyleyin sevgili okurlar: Bu yalnızlık hali, gerçekten de üstünlük müdür?
Yok hayır, tevazu üzerinden kibir harlamak istesem, çok iyi manipüle ederdim cümleleri. Unuttunuz mu ben yazarım; dostlarımın saygı duymadığı yazılar yazarım.
Ve bana kalırsa iyi yazarım. O yüzden inanın bana sevgili okurlar: Yalnızlığı kötü yazdıysam, kötü bildiğimden ve samimiyetimdendir. Biraz da bu yüzden susarım. Sormayın bana; dudaklarım titrerse ölümüne susarım.
MiskinAdam | Anlatmaya Üşendiklerimi Yazıyorum
dudaklarım titrerse ölümüne susarım.. ölümüne susup da yalnızlığı yarali kalplerde arayıp kendi kalbini taslastiran birinin gözlerinden okunup , satırlarca haykirilmis gibi.. ilk defa anlaşılmış olmak gibi. Çok beğendim ellerinize sağlık demek istedim sadece 🙂
Bu ne kadar güzel bir yorum… Teşekkür ederim 🙏