Bu yazıya, korku ve kaygılarımızın farkına varamadan hayatımızı nasıl da berbat ettiğini gösteren onlarca madde ile giriş yapabilirdim. Bu sayede korku saçar, dikkatleri üzerime çeker, yazımı daha çok kişiye okutmuş olurdum. Fakat onun yerine belki de kâbuslarımızdan uyanmamıza –en azından bir süre de olsa– yardımcı olabilecek birkaç düşüncemi paylaşmak, tartışmak istiyorum.
Kaygının sağlıklı olanı var, sağlıksız olanı var. Toplum olarak kantarın topuzunu kaçırmış durumdayız. Çocukluğumuzdan itibaren korkunun hakim olduğu bir hayatı yaşıyoruz ve artık bu kâbustan uyanmamız gerektiğine inanıyorum. Buna sayısız örnek verebilirim ama birkaç örneğin yeterli olacağını düşünüyorum:
- Ödevini yapmazsan öğretmenin kızar!
- Şunları yaparsan tanrı seni yakar!
- Tuvalete sağ ayakla girersen şeytan seni çarpar!
- Uslu olmazsan polis amca seni tutuklar.
- Çok çalışmazsan aç kalırsın.
- Sokağa çıkma, hırsızlar seni kaçırır.
- Şunu izleme/okuma ahlakın bozulur.
- Dış güçler imanımızı yok etmek istiyor.
- Onlar, şunlar, bunlar bize tuzaklar kuruyor.
- Arkadaşına güvenme seni kandırır.
- Örnekleri kafanızda çoğaltmış olmalısınız.
Oysa:
- Bir çocuk, ödevini öğretmen kızmasın diye mi yapmalı?
- Bir insan, yanmamak için mi yoksa vicdan sahibi olduğu için mi iyi insan olmayı seçmeli?
- Görevi toplumun güvenliğini sağlamak olan bir polis memuru, küçücük bir çocuk için neden tehdit olsun?
- Sanat eserleri toplumun ahlakını mı bozar yoksa insana insanı mı anlatır?
- Arkadaşlarımıza güvenmemeyi mi yoksa doğru arkadaş seçimini mi öğrenmeliyiz?
İşte bunları sorgulamadan, mikro düzeyde uyguladığımız bu yanlış eğitim ve yönetim sistemini, ideolojileri olan insanlar makro düzeyde uyguluyorlar. Hatırlayın: “Seçimlerde bize oy vermezseniz terör olayları artar, beka sorunu olur…” gibi sayısız korkutucu slogan… Sadece politikacılar değil, inançları istismar eden dinbazlar da aynısını yapar.
Korkunun dozunun bu denli yükseltildiği bir dünyada, korkakların mutlu olabilmesine ihtimal veremiyorum. Tam da bu yüzden yazıyorum. Birilerini yüreklendirip korku teröründen arındırabilirsem ne mutlu bana.
Şimdi daha derin örneklerle korkunun hayatımıza nasıl nüfus ettiğini tartışalım mı?
Mesela homofobik insanların kaygıları tamamen akla zarar kaygılardır. Heteroseksüel olmayan (karşı cinse ilgi duymayan) insanların varlığından endişe duyanları gözlemlediğimde bu korkunun temelinde şunu görüyorum: Eşcinsellerin topluma kötü örnek olacağını düşünüyorlar. Kendi çocukları da onlara özenirse diye ödleri patlıyor.
Oysa cinsel yönelim, özentiyle değiştirilebilecek kadar basit bir konu değildir. Hele de eşcinsellerin maruz kaldığı çirkin ötekileştirmeleri düşünürsek, hiç kimsenin özenti uğruna bu zorlu hayatı tercih etmeyeceğini çok net görebiliriz. Bana kalırsa bu konudaki asıl sorun, ebeveynlerin kendilerine veya çocuklarına güvenememesidir. Sizin çocuğunuz neyi örnek alıp neyi örnek almayacağını bilemiyorsa bu sizin eksikliğinizdir. Kendi özünü yaşayan insanların eksikliği değildir. Lütfen kendinizle yüzleşme cesareti gösteriniz.
Ben de bir babayım ve oğlumun cinsel yöneliminin ne olduğunu henüz bilmiyorum çünkü o daha çocuk. Bildiğim şey şu: Cinsel yönelimi ne olursa olsun ben yanında olacağım. Çünkü cinsel kimliğinin özenti ile şekillenmeyeceğine inanıyorum. Ortada travmatik bir vaka (taciz vs) yoksa, ne tarafa yönelirse yönelsin, bunun onun özü olacağına inanıyorum. Benim asıl korkacağım şey, oğlumun kendi özünü yaşayamaması veya bir şeyleri gizlemek zorunda hissetmesi olur.
Kırmızı başlıklı kız konusunu hızlıca geçmek istemem. Bu masal, kız çocuklarının sokağa çıkmasına, birilerine yardım etmesine engel olan bir masaldır. Üstelik kurt karakterinin erkeksi kimliği, kız çocuklarına erkeklerin birer tehlike olduğunun mesajını vermektedir. Sokağa çıkma kurt kapar!
Ağustos böceği ile karıncanın hikayesi de çocuklarda kaygı bozukluğuna sebep olabilir. Çünkü günün sonunda aç kalan ağustos böceği, aslında sanatla ilgilenen ve yazın tadını çıkaran böcektir. Kazanan ise her gün harıl harıl çalışan, yiyebileceğinden fazlasını depolayan karınca olur.
Ben bu masalı çocuklara anlatırken, sadece eğlencenin dozunu kaçıran ağustos böceğinin değil; karıncanın da mağdur olduğunu anlatıyorum. Sanattan uzak kalan ve çalışmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen karıncanın hayatta kaldığını ama çok mutsuz bir hayat yaşadığını anlatıyorum. Dediğim gibi, her şeyin dozu-dengesi önemli. Bence kaygılanacaksak, dengeyi bulamamaktan (sağlığımızı koruyamamaktan) kaygılanmalıyız.
Çalışanı olduğum bir firmanın beni nasıl mağdur ettiğini anlatan yazımı yazdığımda arkadaşlarım beni uyarmıştı. Kurumsal bir firmaya savaş açmanın benim zararıma olacağını söylemişlerdi. Oysa ben savaş açmamış, kamusal sorumluluk hissederek insanları bilgilendirmek istemiştim. Adıma açılacak olan –ve açılan– tazminat davasından korkmadım. Çünkü benim için daha korkutucu olacak şey, susmak zorunda kalmaktı! Bence sağlıklı olan kaygı budur. Çünkü korkup sinmek, bastırılmak, susturulmak ruh sağlığım için hiç iyi olmazdı.
Kabul, kaygının bir miktarı sağlıklıdır ve hayatta kalmamız için önemlidir. Doğada aslanla karşılaşan bir yaban domuzu, ondan kaçacak gücü korkudan alır. Bizler de öyleyiz. Sıfır kaygıyla yaşasaydık yoldan karşıya geçerken sağa-sola bakma ihtiyacı bile hissetmezdik.
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da dengeyi yakalamanın hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Öte yandan toplum olarak dengemizin bozuk olduğunu da düşünüyorum. Bu da hayatımızı mahvediyor olabilir.
Kırmızı başlıklı kıza tuzak kuran kurt masalından tutun da “korku filmi” diye bir kategorinin varlığı bile aslında bize gösteriyor ki korkuyu kendi hayatımıza kendimiz çekiyoruz. Hatta yeri geliyor korkudan besleniyoruz. Korku ile hem kendimizi hem de çevremizi –genellikle çocuklarımızı– kontrol altına almaya çalışıyoruz.
Herkesin bize oyunlar oynadığına dair endişelerin, birilerinin ahlakımızı bozmaya çalıştığına dair endişelerin, dostlarımıza güvenemeyişimizin, bizden farklı olanların bizi de farklılaştıracağına dair korkuların bize ne faydası olsun?
Hiçbir faydası yok!
Aksine büyük zararı var. Bu tür endişeler paranoyaya; paronaya ise tetikleyici bir olay sonrasında hezeyanlı bozukluğa dönüşebiliyor. Çok kısa bir araştırma ile hezeyanlı bozukluğun bir insanın başına gelebilecek en ciddi psikolojik sorunlardan biri olduğunu görebilirsiniz. Ve maalesef bilinen kesin bir tedavisi yoktur. Eğer bir şeyden korkmamız gerekiyorsa işte tam olarak bundan korkmalıyız. Sağlıklı olan kaygı budur (Sağlımızdan olma kaygısı). Kendinizin veya çocuklarınızın hezeyanlı bozukluğa sahip olmasını istemezsiniz değil mi?
Eğer bunun olmasını istemiyorsak korkunun esaretinden çıkıp kendimize güvenmeyi öğrenmeliyiz. Buna da kısaca “özgüven” diyebiliriz. Özgüveni yüksek (kendinden emin) kişiler, başkalarının düşüncelerinden veya düşüncelerini yayma isteklerinden korkmazlar. Örneğin siz imanınıza güveniyorsanız hiç kimse o imanı sizden sökemez. Çocuğumuza verdiğimiz eğitime güveniyorsak yanlış eğitimden geçmiş çocuklar bizim çocuğumuzu kötü yola düşüremez.
Birilerinden korkmak, kendimize güvenmeyişimizin bir sonucudur. O halde başkalarını hizaya getirmekle uğraşmamalı, korkuya teslim olmamalı ve tüm bunlardan arınmak için kendi özgüvenimizi sorgulamalıyız.
Korku konusu, bütün dünyayı etkisi altına alan ve üzerinde sayfalarca yazı yazılabilecek bir konu. Bu yazım bir başlangıç olsun. Serinin devamını yazmayı düşünüyorum.
Türkiye’de gelecek kaygısından tutun da psikopat insanların başımıza açabileceği problemlere kadar birçok haklı kaygıya sahibiz zaten. Bunlara bir de kendi korkaklığımızdan doğan hurafeleri, dogmaları, el-alem ne derleri vs. eklemeyelim derim. Tıpkı daha önce “Mutsuzluğun Sebebi Farkındalık Değil, Korkaklıktır!” başlıklı yazımda söylediğim gibi…
Anlatmaya Üşendiklerimi Yazıyorum
MiskinAdam
Mesela şu geldi aklıma: Yolda yürüyordum bir anne çocuğuna hırka giydirmeye çalışıyordu. Kadın hemen şey dedi bak giymezsen abla kızar sana. Ben de dedim ki yoo kızmam 🙂 Sonra kadının bir bakışı vardı sanki yıllarca uğraştığı pedagojik eğitimi yerle bir etmiştim. Bir garibiz yani eğitim deyince aklımıza ya emirler ya yasaklar geliyor.
Maalesef öyle. Yorum için teşekkür ederim.
Ne demek takipteyim efendim yazılarınızdaki farklı bakış açıları oldukça hoş