Yalnızlık Üzerine Kısa Öykü - MiskinAdam
KISA ÖYKÜLER

Yalnızlık Üzerine Kısa Öykü

Yalnızlık Nedir?
Yalnızlık: Sosyal çevre veya duygu, durum, düşünce yönünden tek başınalıktır. Bazen tercih, bazen mecburiyet, bazense bir sanrıdan ibaret olan yalnızlık, insanın duygusal açlık yaşamasına da sebep olur.

Yalnızlık Üzerine Kısa Öykü

Sanki, gizli bir kanunla sabitlenmiş gibi, her evde televizyon kanalları “Ülke 1 TV”den başlıyor. On beşinci kanaldan sonrası ise, kalitesiz yayınlar yüzünden gezinme hevesi bırakmıyor insanda. Kimileri yirminci kanala kadar sabretse de genellikle on altı, bilemedin on yedinci kanala gelenler,  kumandanın iki numaralı tuşuna basıp başa dönüyor.  Son on beş dakika içerisinde bunu tam üç kez yapan Yakup da böyle düşünmüş olmalı ki, sonunda pes etti. 

Elindeki kumandayı, oturduğu üçlü koltuğun, minderi çökmüş olan diğer köşesine atıp, yanı başında duran solgun sehpanın üzerindeki sigara paketine baktı. Şu tütün; boğazın tahriş oluncaya dek içsen de beklentiyi karşılamıyor olmalı. Anlaşılan o ki, can sıkıntısının ilacı tütün değil. Televizyon hiç değil! Severek aldığı, oturma odasındaki tek sanatsal nesne olan o tablo: Boyası çatlak duvarla bir bütün olmuş ve zamanla görünmeme özelliği kazanmış gibi. Peki ya üşüdükçe ayaklarını örttüğü tozlu battaniyesi. Sahi, battaniye nerede? Sahibiyle oyun oynama beklentisini çoktan unutmuş, miskin bir köpek gibi duruyor koltuğun önünde. Yine yere düşmüş, yine tozları emiyor lanet olasıca.

Yakup, sözde yalnızlıktan keyif alan, hem işine hem de içine kapanık, yirmi yedi yaşında bir genç. Gerçi, görenler kırk yaşına merdiven dayadığını düşünürler; o ayrı. Sürekli kaşlarını çatmaktan alnına sabitlediği kırışıklar, yüzünün değişmez bir parçası olup çıkmış. Sivri burnu ise, yüzü çöküp göz altları şişen, zayıf dedeler gibi, ilk bakışta “ben buradayım” diyor. Neyse ki saçları yerinde. Şayet başının tepesi de açılmış olsaydı, yirmi yedi yaşında olduğuna kimseyi inandıramazdık. Çok değil; dört yıl önce, 16 nisan sabahı, adına “radikal” dediği kararıyla taşınmıştı bu apartman dairesine; yalnızlığın kendisine iyi geleceğini umut ederek. Fakat şimdi, boş duvarlara bakıp bir sigara daha içmek üzere balkona çıktığı ve bunun sürekli tekrar ettiği, sonsuz döngüden ibaret olan hayatını sorgular gibi oldu. Bu sorgu, bir sigarayı daha gerektiriyor olmalıydı ki, yerdeki battaniyeyi koltuğun üzerine alıp sehpadaki sigara paketinden bir dal çekerek balkona çıktı. 

yalnızlık konulu öykü

Hava henüz kararmış. Saat on dokuz suları ve insanlar, hiçbir sosyal ortamın olmadığı bu sokağı çoktan terk etmişler. Hemen apartmanın önünde, kaldırımda açılmış küçük bir leğen boyutundaki delikte yaşamaya çalışan, ince gövdeli ağacın yaprakları da en ufak kıpırdamıyor. Rüzgar bile terk etmiş sokağı… Donuk bakışlarla etrafı izledikten sonra, bitmekte olan sigarasını, orta parmağıyla baş parmağı arasına sıkıştırdı. Fırlatabildiği kadar ileriye gönderme amacıyla, top atışı yapan uzman asker gibi, kolunun eğimini ayarladı. Var gücüyle fırlattığı sigarayı havada takip ederken, karşı apartmandaki komşusu gözüne takıldı. 

“Aha, yine bunak amca!” 

Hemen kafasını balkonun eşiğinden içeriye uzatarak takvime baktı. Evet, bugün 16 nisan…

Dört yıl önce, bu apartman dairesine taşındığı ilk günü hatırladı. Karşı apartmandaki ellili yaşlarında olan bu adam, o gün de perdeleri sonuna kadar açmıştı. O gün de aynı takım elbiseyi giymiş, aynı romantik masayı hazırlamıştı: İki adet kadeh, masanın ortasına koyulmuş bir adet şamdan ve hemen yanında duran, –buradan bakınca pahalı olduğunu zannettiği– bir adet şarap şişesi ve iki kişilik servis…

Birazdan olacakları biliyor: Şimdi bey amca, ellerini kurulayarak oturma odasına geri dönecek, kibrit çakıp mumu yakacak, kadehleri dolduracak ve sırtı benden yana olan sandalyeye oturup tek başına yemek yemeye başlayacak.

“Bari bu gece hüzünlü bitmese”

Nitekim; dört yıl önce 16 nisan akşamı olduğu gibi, üç yıl önce olduğu gibi, geçen sene de olduğu gibi, bugün, 16 nisan akşamı, yine aynı sonla bitti. Amca, tabağını ve ikinci kadehini bitirdikten kısa bir süre sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ardından önce mumu, sonra oturma odasının ışığını söndürerek karanlığa karıştı. Bu günün önceki 16 nisanlardan tek farkı, amcanın yemek arasında bir telefon görüşmesi yapmış olmasıydı. Başka da hiçbir fark yoktu. Yıllardır tekrar eden sahne, bu yıl da tekrar etmiş ve aynı sonla bitmişti.

Geçen yıla kadar onun hayat hikayesini merak etmemişti ama geçtiğimiz yıl, aynı olaya üçüncü kez şahit olmasının verdiği merakla hikayenin peşine düşmüştü. Bir süre, mahallenin bakkalında veya apartmanın önünde onunla karşılaşmak için fırsat kolladı ama ne mümkün? Bu adam, sanki varmış da yokmuş gibi. Değil hayat hikayesi, varlığı hakkında bile neredeyse kimsenin bilgisi yok. Bir kişi hariç: Apartmanın kapıcısı, Selami Bey. 

Geçen yıl 28 nisan günü, mahalle bakkalında, yaklaşık kırklı yaşlarında, elinde kapıcı sepetiyle mesleği bariz belli olan Selami, “bizim amcanın borcu ne kadar oldu?” diye sorunca anlamıştı Yakup: Bu yaşta birisi, bir başkasından amca diye bahsediyorsa muhtemelen karşı komşudan bahsediyordur. Haklı da çıktı. Bakkalın önünde Selami’yi birkaç dakika lafa tutarak, aynı amcadan mı bahsettiklerini teyit etmişlerdi.

Edindiği bilgiye göre bu amca, emekli öğretmen Rüstem Bey’di. Ruhsal problemleri yüzünden malulen emekli olmuş ve yaklaşık beş yıldır dairesinden hiç çıkmamıştı. Tüm ihtiyaçlarına Selami bey koşarmış. Çok sever, çok hürmet edermiş. 

Selami Bey, “zavallı adamcağız…” diyerek anlatmaya devam etmişti: 

Beş yıl önce eşini kaybettikten sonra bir daha kendine gelemedi. Rahmetli Nebahat Hanım da şeker gibi insandı doğrusu.”

“Allah rahmet eylesin.” 

“İnanır mısın; bir gün bile ayrı ayrı çıkmadılar şu apartmandan.”

“Ya…”

“Yahu, insanın hiç mi tek başına görmesi gereken bir işi olmaz?”

“Değil mi?”

“Yok! Rüstem amca ile Nebahat Hanım, nereye gidilecek olsa beraber giderlerdi. Ne zamandır söylüyorum Rüstem amcaya; gel birlikte biraz yürüyüş yapalım, muhabbet edelim, ayakların açılsın. Amca diyorsam saygımdan ha! Gencecik adamsın ama kendini eve hapsederek çöküp gideceksin diye korkuyorum. Allah başımızdan eksik etmesin. Gel nolur, biraz yürüyelim bari…” 

“peki, sen öyle deyince o ne diyor?”

“Rüstem amcayı evinden çıkarmak ne mümkün?”

Biraz daha bilgi istediğini belli edince, herhangi bir konuda bilgi sahibi olmanın kendisine verdiği hazla, anlatmaya devam etmişti Selami:

“Garip garip şeyler söylüyor Yakup kardeş. Geçenlerde yine ısrar ettim. Bana ne söyledi biliyor musun?”

Bilmiyorum, anlamına gelen bir bakış attı.

“Bir insandan geriye kalan eşyaları sonsuza dek yaşatabilirmişsin ama gidenin duygularını yaşatmak istiyorsan kendin hayatta kalmalıymışsın. O yüzden kendisine çok iyi bakıyormuş zaten. Kendisi için endişelenmemeliymişim”

“Hım…”

“Akıl işi değil doğrusu. Bunadı bunadı… Öyle işte Yakup kardeşim. Sen neden sordun? Tanıyor musun Rüstem amcayı?”

Kapıcı Selami, Rüstem amca hakkında bir şeyler biliyordu ama her yıl 16 nisan akşamı, çift kişilik romantik bir sofra hazırladığını ve günü ağlayarak bitirdiğini bilmiyordu. Yakup, iki duruma ihtimal verdi. 16 nisan ya evlilik yıl dönümleriydi ya da Nebahat Hanım’ın ölüm yıldönümüydü. 

“Bu yıl arayan da kesin çocuklarından biridir. Rüstem amcanın iyi olup olmadığını kontrol etmek için aramış olmalılar.”

Balkonun kapısını kapatırken son kez Rüstem amcanın karanlık penceresine baktı.

“Zavallı adam. Böyle yalnız kalan yaşlılara çok üzülüyorum”

Midesi de sanki cevap verirmiş gibi guruldadı. Bir mutfağa, bir oturma odasına, adeta mekik dokur gibi hızla kendisine sofra hazırladı: Tek tabak, tek servis, tek kadeh ve tek sandalye…

Yemeğini bitirmek üzereyken telefonu çaldı. Arayan annesiydi. İyi olup olmadığını sordu. Telefon görüşmesi bittikten sonra, tabağında kalan son lokmayı da ağzına attı. Şarap şişesinin ağzını ve odanın ışığını kapatarak uyumaya gitti. 

Geriye, sabit loş ışığa sahip bir pencere ile televizyon yayınına bağlı olarak renkleri sürekli değişen başka bir pencerenin, karşılıklı sohbeti kaldı. Pencerelerden biri rengarenk kelimeleri art arda sıralayarak, susmak nedir bilmedi. Diğeri ise değirmen taşıyla yarışırcasına, kararlı bir ışıkla, sabaha dek sabırla dinledi.

-SON-


Yeni yazılarımı Instagram'da duyuruyorum. Takip et, iletişimde kalalım ✔️

5 Yorum “Yalnızlık Üzerine Kısa Öykü

  1. esra Reply

    Bu hikayeye neden kimse yorum yapmamış merak ettim. farklı bir duygusallık yaşattığı için orta yaş okuyucuların duygularına hitap edemedi mi acaba ?
    ben gerçekten çok beğendim.

    1. miskinadam Post author Reply

      Yazı, -SON- kelimesiyle bittiği için yorum yapılmadığını düşünüyorum. Genellikle soruyla veya tartışmaya açık bir şekilde biten yazılarıma yorum geliyor 🙂

  2. Kerem Reply

    Yalnızlık bazıları icin secim degildir. Kaderdir. İlk okuduğum yazin aklima geldi. Yaşadığın duygular sana ozeldir. Kimsenin anlamasını bekleme. “Bunak amca”…

    1. miskinadam Post author Reply

      Bence yalnızlık bazen seçim, bazen de kaderdir. Kader olduğu durumlar genelde travmatiktir. Kişinin kendi seçimiyle değil de toplumda yer edinemeyişiyle veya dışlanmasıyla ilgili durumlara kader diyebiliriz ancak kibir veya benzeri duygulardan ileri gelen yalnızlık, kader değildir. Naçizane.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yeni yorumları e-posta aracılığıyla bana bildir. Ayrıca yorum yapmadan da abone olabilirsiniz.

Bu yazı ilgini çekti mi?

Yeni yazılarımı Instagram‘da duyuruyorum. Takip et, iletişimde kalalım ✔️