Kime sorsak öylesine önemli, öylesine özel, öylesine farklı şeyler yaşamıştır ki yazsalar roman olurmuş. Olur mu dersiniz?
Olmayabilir çünkü roman ile masalı karıştıranların aksine, iyi bir okur, iyi bir romanın enteresan olaylara ihtiyaç duymak zorunda olmadığını bilir. Tıpkı anlamlı bir hayatın ille de sıradışı olaylara ihtiyaç duymayacağı gibi.
Yazar sıfatının karşılığını veren yazarın bir derdi ve derdini ifade ederken kullandığı estetik bir dili olur. Bu dert, yalnızca bir duyguyu aktarma derdinden ibaret de olabilir. Nitekim hikayeyi hikaye yapan, yazarın hikayeleştirme becerisidir. Yaşamak başka yazmak başka. Tıpkı yaşamak ve yaşamı anlamlı kılmak arasındaki fark gibi.
Birçoğumuz kendi yaşadıklarımızı sıradışı zannederiz. Bu zannediş esasen kibrimizden gelir. Oysa dünya tarihi, koca bir zaman cetvelidir ve biz bu cetvelde bir an yanıp sönmüş, birbirinin benzeri sokak lambaları gibi değil miyiz? Sıradan bir bitki gibi, doğanın işleyişinde rol alan, canlılık özelliği göstermiş, doğa karşısında hiç hükmündeki varlıklar olabilir miyiz?
Bu sıradanlığı sıradışı bir yorumla anlamlandıramadan hayatımızı yazdığımızda roman olmayabilir. Evet, hepimiz özeliz ama bazılarımız özel olmanın ötesinde kibirliyiz. Hayatını yazsa roman olacağını zannedenlerin çoğunda dertleri üzerinden bile kibirlenme davranışı gözlemliyorum. Öte yandan biraz daha gerçekçi olalım istiyorum. Çünkü kibir, en çok da sahibini mutsuz eder. Ben de yazılarımı çoğu kez kendisiyle yüzleşme cesareti olanlara atfediyorum; kendimle yüzleşebildiğim ölçüde.
Anlatmaya Üşendiklerimi Yazıyorum
MiskinAdam
Bir cevap yazın